Uzun yıllardır planladığım blogumun ilk yazısını Türk Futbolu‘nun henüz yeni yeni palazlanacağı 90’lı yılların başına ayırıyorum. Henüz naklen yayın ihalelerinin olmadığı, oyuncu havuzunun ve bırakın alt yapıları profesyonel liglerin dahi doğru dürüst zeminlerde oynanmadığı ancak deplasman tribünü yasaklarının olmadığı yıllar.
Genç okuyucular için tel örgülü maçlarda iki rakip takımın taraftarlarının iç içe oturabildiği, sadece forma sponsorluğu ve SporToto’lu yıllara gidiyoruz. Aslında çok eski de sayılmaz, neredeyse 30 yıl öncesi. Türk Futbolu için yakalanan altın jenerasyonun henüz sahne aldığı yıllarda o zamanki adıyla Türkiye 1. Futbol Ligi olan Süper Lig, 3 yabancı ile oynama izniyle birlikte türlü oyuncuya ev sahipliği yaptı. Üç yabancılı dönemde Arjantin Milli Takımı’nda oynadığı iddia edilen ama aslında 3. ligde oynayan son derece kötü oyuncuları da ilerleyen dönemde Barcelona-Real Madrid görmüş Gheorghe Hagi ve Popescu gibi yıldızları da sahalarımızda izledik. Ancak yabancı futbol furyası içerisinde belki de en ilgi çeken transferleri yapan takım efsane Başkan İlhan Cavcav önderliğinde Gençlerbirliği oldu.
Cavcav ile Başlayan Siyahi Oyuncu Furyası
Gençlerbirliği’nin tıpkı ismi gibi genç oyuncuları piyasaya çıkarma konusundaki misyonu, 80’li yıllarda Türk Futbolu’na yön veren Yugoslav ekolü oyuncu ve antrenörlerin önünü kapatacak bir hamle yaptı. Gençlerbirliği’nin efsanesi İlhan Cavcav, sadece Ankara içinde değil dünyanın neresinde olursa olsun önerilen oyuncuları yerinde izleyerek beğenirse transferini gerçekleştiriyordu. Özellikle Fransız takımlarının çok sayıda siyahi ve Afrika kökenli oyuncular ve 90’ların başında Hollanda ekibi Ajax’ın kadrosunda bulunan Afrikalı oyuncularla birlikte tüm dünyanın gözü Afrika pazarından çıkacak genç oyunculara dönmüştü. İşte böyle bir zamanda kendisine önerilen oyuncular için Afrika’nın yolunu tutan İlhan Cavcav hem Türk futbolunun hem de Gençlerbirliği’nin çizgisini değiştirecek, Türk Futbolu’nun Yugoslav ekolünden kurtulmasını sağlayacaktı.
Önerileni Değil, Beğendiklerini Aldı
Gençlerbirliği Başkanı İlhan Cavcav, kendisine önerilen oyuncuları izlemeye gittiği maçta öneride bulunan menajerlerin kendisine para tuzağı kurduğunu düşünerek kendi beğendiği oyuncuların peşine düştü. Bu maçlardan ikisinde bulduğu John Leshiba Moshoeu, Donald Khuse ve Andre Kona için sıkı pazarlıklar sonucu bu oyuncuları 1993 yılında Türkiye’ye getirmeyi başardı. Aslında Cavcav’ın politikası, Türkiye’de oluşan transfer piyasasına göre neredeyse bedava olan bu oyunculara güvenip bu oyuncular üzerinden para kazanma kumarıydı ve bu kumar daha ilk sezonunda tutmuştu.
Türk Futbolu’nun ilk Yabancı Üçlüsü!
O yıllarda Gençlerbirliği’nin oynadığı mücadeleci futbol anlayışı Moshoeu’nun aklı ve yetenekleri, Khuse’nin atletik özellikleri ve Kona’nın golcülüğü ile parlamaya başladı. Daha önce eşine çok rastlanmayacak şekilde futbol severlerin diline dolanan Moşe-Kuşe-Kona bir anda üçlü haline gelmişti. Gerçekten de Afrika’dan getirilen bu adı sanı duyulmamış oyuncuların gösterdiği büyük başarı sayesinde diğer Türk takımlarının yöneticileri de Afrikalı oyuncular ile çalışan menajerler ile görüşmeye başladı. Ancak ne var ki hemen hiç bir takım bu konuda İlhan Cavcav kadar başarılı olamadı.

John Leshiba Moshoeu, Gençlerbirliği’nde oynarken Güney Afrika Milli Takımı’na, Andre Kona ise Kongo Milli takımına seçildiler. Moshoeu’nun bir sezon sonra Kocaelispor’a transferi ile üçlü dağılsa da Güney Afrika’nın takım kaptanı birkaç yıl sonra Fenerbahçe’nin yolunu tutacak ve Fenerbahçe orta alanında aranan oyunculardan biri olacaktı. 2015 yılında aramızdan ayrılan Güney Afrikalı futbol efsanesi, ülkesinde ve tüm Afrika’da saygıyla anılmaya devam edilen bir futbol idolü.
Andre Kona, Gençlerbirliği sonrası ülkemizde özellikle Antalyaspor’da gösterdiği performans ve kaliteli oyuncu profili ile dikkati çekmişti. O da Khuse gibi Gençlerbirliği’nin efsaneleri arasına girmeyi başardı.
Türk Futbolunda Yeni Bir Farkındalık: Atletizm!
Türkçe olarak slogandaki gibi yazarsak Moşe-Kuşe-Kona üçlüsünün Türk futboluna getirdiği en büyük yenilik, siyahi genlerin verdiği atletizm ve çeviklik olabilir miydi? Aslında çok benzer olmasa da Beşiktaş’a İngiltere’den gelen Les Ferdinand, hızı ve güçlü fizik yapısı ile bu kapıyı aralayan ilk temsilci diyebiliriz. Sonrasında yine Beşiktaş’a gelen bir başka Güney Afrikalı Fani Madida, son derece atletik performansı, fuleli koşu ve adeta yeşil zeminde kayarak gidiyormuş izlenimi veren bindirmeleri ile fark yaratmışlardı. İşte bu iki oyuncunun ardından tek bir takımda 3 siyahi oyuncunun birden yer alması, aslında bu devrimsel değişikliğin temelini oluşturuyordu.
Tribünlerin Tabiri: Araplar!
Siyahi oyuncular için tribünlerin tanımlamasıyla “Araplar” aslında Türkçe’yi öğrenme çabaları, saha içindeki son derece sakin yapıları ve sempatik gülümsemeleri ile tribünlerin kalbini çoktan kazanmışlardı. Ferdinand ve Madida’nın açtığı kulvarı genişleten Moşe-Kuşe-Kona üçlüsünün ardından sadece birkaç yıl içinde ülkemize gelen Afrikalı oyunculara şöyle bir bakalım:
- Okhechukwu Uche
- Norman Mapeza
- Daniel Amokachi
- JayJay Augustine Okocha
- Majid Mususi
- Steve Komphela
- Samuel Johnson
- Jaw Preko
- Njitap Geremi
Bu isimlerin ardından gelen 2000’li yıllarla birlikte daha nitelikli ve Afrika’dan değil de Avrupa’da birkaç yıl top koşturmuş ancak başarılı olamamış veya çok başarılı olup yaşlanmış çok sayıda yıldızı da Türkiye’de izleme şansımız oldu.
Bunlar arasında her ne kadar Fransız pasaportu taşıyor olsa da Nicola Anelka, Didier Drogba, Demba Ba, İbrahima Yattara, Emanuel Eboue, Edouard Cisse, Stephan Appiah, Rigobert Song, Shabani Nonda gibi önemli karakterler bulunuyor.
Atletizm ve Devamlılık Anahtarı
2000’lerle birlikte gelen bu farkındalık ve futbolun daha iyi zeminlerde oynanmasının kavranmasıyla birlikte takımların sezon başındaki hazırlıklarını ciddiye almaya başlaması; 80’lerin sonu ve 90’ların başında Jup Derwall ve Sept Piontek ile başlayan Türk futbolunun öğrenme ve gelişme sürecinin üzerine gelen en önemli dokunuş olmayı başardı. Gordon Milne’in Beşiktaş’ın başında geçirdiği 7 sezonda kurguladığı saha yerleşimi ve bir İngiliz klasiği olan 4-4-2 formasyonu ile yerli futbolcuların diziliş, kademe, ters kademe gibi anlayışları gelişmeye başladı.
Daha sonra gelen kariyerli yabancı oyuncuların, çok koşan ama yeteneklerini de geliştirmeye başlayan yerli futbolcularla ortaya koyduğu birliktelik Galatasaray’ın 2000 yılındaki UEFA zaferiyle taçlanacaktı.
Afrikalı oyuncuların ülkemizde çizdikleri grafik; durdurulamaz süratleri ile ligimizi sirkülase etmeleri nedeniyle daha atletik olma zorunluluğumuzu farkettik. 2000’li yıllarda Nevio Scala’nın Beşiktaş’a gelirken yanında getirdiği İtalyan kondisyoneri Stefano Moreno ile o sezon Beşiktaş’ın özellikle ligin ilk yarısında hem Şampiyonlar Ligi hem de Türkiye Ligi’ni birlikte götürmeyi başaran kondisyonu dikkat çekmişti.
Kimsenin aslında çok da farkında olmadığı bu değişim rüzgarı; siyahi futbolcuların Türk futbolcusunda olmayan birçok kilidi açabilecek atletik özellikleri ligimize tanıtmaları ile başladı.
Çok basit olarak ele alındığında Moşe-Kuşe-Kona asla basit bir üçleme değildi. Aynı şekilde Cavcav’ın doğrularına inanması, kulübünü sahiplenerek yönetmesi ve aslında bugünlerde dahi bir kulübün nasıl yönetilmesi gerektiğinin kendisinden başka bir örnekle gösterilememesi kulüplerimizin ne denli yanlış yönetildiğini gösteriyor.
Moşe-Kuşe-Kona ve İlhan Cavcav’ın anılarına saygıyla…
Leave a Reply